İdeoloji ve Çok Dillilik

İdeolojiler farklı konuşma biçimlerine aynı dilin lehçeleri mi, yoksa ayrı diller mi deneceğini dayatıyor. Bu şekilde, kullanılan söylemle, nesnel gerçekliğin nasıl algılandığını belirleme çalışıyorlar. Bu, siyasi kimliklerin inşası sürecinde sıkça karşılaşılan bir durum. Kimlik inşa edildikten sonra bu kimlik tasarımını sunan ideolojiye inananlar orda durmuyor tabii. Tasarlanan kimliği diğer insanlara benimsetmek, tasarımla gerçek dünya arasındaki uyuşmazlıkları gidermek lazım.

Ve tabii ki bu süreç genelde gerçek dünyanın ve o dünyada yaşayan insanların aleyhinde gelişiyor, özellikle de ideoloji devleti de arkasına alıyorsa — ki genelde öyle oluyor. Bu yazımda, bu süreçte yapılan birbiriyle bağlantılı iki şeyden söz edeceğim: Bir, kimlik için esas alınan dil dışındaki dillerin algıdan silinmesi; yani algı boyutunda bir dil “temizliği.” İki, kimlik için esas alınan dilin doğrudan dayatılması; yani gerçekliğin nasıl algılandığından ziyade doğrudan gerçekliğin kendisinde bir temizlik. Şimdi sırasıyla bu iki uygulamaya göz atalım.

Ulus devletler, tek dil ülküsü ışığında, uyruklarına her ülkenin tek bir dilinin olduğu – ve de olması gerektiği – inancını benimsetir.

Durumu örneklendireyim:

Fransa’da hangi dil konuşuluyor? E, Fransızca tabii ki! Bu cevap aslında tam olarak doğru değil:
Ethnologue: Languages of the World adlı kaynağa göre Fransa’da Fransızca dâhil tam 22 dil konuşuluyor. Peki, Almanya’da hangi dil konuşuluyor? E, Almanca tabii ki! Bu cevap da tam olarak doğru değil: Almanya’da da Almanca dâhil tam 24 dil konuşuluyor – ki bu rakamlara Türkçe vb. göçmenlerin konuştuğu diller dâhil değil.

Türkiye’de konuşulan dil sayısı ise 40! Bunlardan Turoyo ve Hertevin dilleri gibi bazılarının adını bile duymamışsınızdır. Kimisi tam 4000 yıldır konuşuluyor Türkiye’de, kimisi de 100 yıl kadar önce, yani daha dün, Osmanlı İmparatorluğu çökerken Anadolu’ya sığınan mültecilerle gelmiş. Daha uzaklara uzanıp Hindistan, Nijerya, Endonezya ya da Papua Yeni Gine gibi ülkelere bakınca durum hayal gücümüzün sınırlarını iyice zorluyor: Bu ülkelerde sırasıyla 448, 520, 707 ve 840 dil konuşuluyor! İlk gördüğümüzde şok etkisi bırakan bu rakamlar aslında dünyadaki genel tabloya bakıldığında normalleşmeye başlıyor: Dünyada, bizdeki izlenimin tersine, tek dillilik değil çok dillilik hâkim. Bunun iki veçhesi var: Bir, gündelik hayatında iki veya daha fazla dil konuşan, bu dillerden birden fazlasını anadili olarak gören birey sayısı tek dilli bireylerden fazla. İki, dünyada tek dil konuşulan devlet yok. Dünyanın en küçük devleti Vatikan’da bile 2 dil kullanılıyor.

Çok dilliliği unutturanla akraba diğer bir ideolojik gözbağı da resmi dilin dışındaki, bariz bir şekilde ortada duran dillerin ya da o dilleri konuşan etnik grupların farklı şekillerde algılatılarak eritilmeye çalışılması. Örneğin, aslında Kürtçe diye bir dil yoktur; Kürtçe denen şey bozulmuş bir Türkçedir şeklinde bir propaganda yapılabilir – ki Türkiye’de böyle bir tez “Kürmanci ve Zaza Türkçeleri” gibi yayınlarda savunulmuştur. Ya da, benzer bir şekilde, Kürtler aslında Türk’tür de denebilir. İşte, 12 Eylül Darbesi’nden sonra Genelkurmay Başkanlığı’nın bastırdığı ‘Beyaz Kitap’ta da şu incileri okuyoruz:

Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, ‘kırt-kürt’ diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında.

Algılar bu şekilde “temizlenirken” diğer bir yandan da kimlik için esas alınan dil iştiyakla dayatılır; gerçekliğin kendisinde de temizliğe girişilir. Ülkemizde böyle bir temizliğin hayalleri hayli eskilere dayanıyor. Türk milliyetçiliğinin fikir önderlerinden Namık Kemal, ideolojisini benimseyen sonraki nesillerin hislerine tercüman olmuş:

Edebiyatımızın rabıta-yı milliyeye olan hizmetinden o kadar mahrumuz ki, Türkçemiz elifbası bile olmayan Arnavut ve Laz lisanlarını dahi unutturamamıştır.

İronik bir şekilde kendi annesi de Arnavut olan Namık Kemal’in Atatürk’ün fikirlerini güçlü bir şekilde etkilediği biliniyor. Bundan dolayıdır ki tek parti döneminde “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası uygulamaya konuyor; Türkçe dışında bir dil konuşanlara para cezaları veriliyor. Kısa bir aradan sonra, uygulama tek parti döneminden 15 yıl sonraki 27 Mayıs İhtilali döneminde de canlanıyor. Bütün bunların, Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi ihlal edilerek yapıldığını eklemek lazım:

Herhangi Türkiye tebaasının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.

Bu politikaların ve sonraki dönemde uygulanan benzerlerinin hayli başarılı olduğu meydanda: An itibariyle Türkçe ve Kürtçe dışında Türkiye’de konuşulan tüm diller farklı seviyelerde yok olma tehlikesi altında. Konu ile ilgili olarak, verileri eksik de olsa, UNESCO Dünyanın Tehlike Altındaki Dilleri Atlası’na bakılabilir.

Toplum mühendisliği, tasarım ve uygulama aşamalarında, diller dünyasının çoğulcu doğasına yıllarca taarruz etti. Bunu; bir, türlü çeşitli algı operasyonlarıyla; iki, dil zenginliğini doğrudan hedef alan hamlelerle yaptı. Hâlbuki, nasıl biyolojik dünyada muazzam bir çeşitlilik varsa ve doğal olan da buysa, dil dünyasında da çeşitlilik, farklılık esastır. Tektipliliğe indirgenemeyecek bu vakıayı kabul ve tasdik edip politik tavrımızı ona göre inşa etmek dışında bir çıkar yol olduğunu söylemek zor.
 

WeCreativez WhatsApp Support
Merhaba Size Nasıl Yardımcı Olabiliriz?